Ahmet Ümit – Sultan’ı Öldürmek

Türk polisiye romanın usta kalemi Ahmet Ümit’in yeni romanının adı belli oldu: Sultan’ı Öldürmek. Kitap bir cinayetle başlayıp Fatih Sultan Mehmet’e uzanan bir serüveni anlatıyor.Kitap 10 Nisan‘da okuyucuyla buluşacak. Hiç şüphemiz yok ki Ahmet Ümit yine bizleri büyülemeyi başaracak. Romandan bir kesit aşağıda verilmiştir.

Rüyalar, insanın bilinçaltını açığa çıkarır.

“Sandığınız gibi değil, şehzadeniz aslında kırılgan bir çocuktu.”

Saçları dökülmüş, bağa gözlüklü, aksakallı adam maun bir masanın gerisinde oturmuş, sağ elinin parmakları arasındaki purodan yayılan kötü kokunun odayı zehirlemesine aldırmadan, son derece güzel bir Türkçeyle meramını anlatmaya çalışıyordu.

“Sizin de bildiğiniz gibi daha çocuk yaşta birçok ihanetle karşılaşmıştı. Sarayda acımasızca birbirine düşmanlık güden paşaların ayak oyunlarından söz ediyorum. Bir tür derin devlet… Evet, derin devlet, her devirde, her coğrafyada vardır…” Bakışları, kitaplarla dolu odanın kahverengi ahşap kapısına kayıyor, birilerinin bizi duymasından çekiniyormuş gibi sesini alçaltıyor. “Bir düşünün, zihniniz sadece annenizi elinizden alan babayla mücadele etmekle kalmayacak, devleti sizinle paylaşmak istemeyen güçlü bir padişahla da rekabet edeceksiniz.”

Yüzü bir yerlerden tanıdık geliyor adamın ama çıkamıyorum. Tuhaf, ama daha da tuhafı, bir muayenehaneyi andıran bu odada, benim ne işim var? Yoksa yine mi geçici amnezi? Yine mi o karanlık saatler?

“Biz erkek çocuklar, istisnasız hepimiz babamızın yerinde olmak isteriz…”

Aynı fikirde olmadığımı, babama hiçbir zaman hayranlık duymadığımı söylemek istiyorum ama şık giyimli adam sözlerinin doğruluğundan o kadar emin ki, benim görüşlerimi duymak bile istemiyor.

“Ne dersek diyelim sonuçta, hepimiz babamıza hayranlık duyarız. İşin ilginci aynı nedenle onu yok etmek isteriz; babanın yerine geçmek için. İşte bilinçaltındaki karmaşa da burada başlar. Bu isteğimizden dolayı suçluluk duyarız. Dahası korkarız… Çünkü baba gibi olmak anneye sahip olmak demektir. Anneye sahip olmak… Düşünsenize, ne korkunç bir şey. İşte bu suçluluk azabı beraberinde iğdiş edilmek korkusunu getirir, yani hiçbir zaman baba olamamak.”

Adam nörolog yada psikiyatr olmalı. psikiyatr mı? Öyleyse Şaziye göndermiştir beni buraya? Muhtemelen en iyi meslektaşlarından biri olduğu için… Yoksa herkese güvenmez öyle…

“Aslında, hayatta en çok güvenmemiz gereken babamıza karşı hissettiğimiz duygular, bambaşkadır; korku ve hayranlık, nefret ve sevgi… Sizin şehzadenizde de en yalın haliyle görülebiliyor bu durum. Çünkü babayla paylaştığı sadece anne değil, koca bir iktidar. Devasa bir ülke… Gelecekte dünyaya hükmedecek bir imparatorluk…”

Neden bahsediyor bu? Yoksa Osmanlılar mı?

“Onunla birlikte başlıyor değil mi imparatorluk… Daha doğrusu onun Konstantinopolis’i fethetmesiyle…”

Hoppala şimdi de tarihe girdik. Kim bu adam?

“Tabi ki Fatih Sultan Mehmed. Moğolların şerrinden Anadolu’ya sığınmış olan küçük bir Türk beyliği, bu genç sıradışı padişah hükümdar döneminde bir imparatorluğa dönüşüyor. Sadece bir buçuk asırda gerçekleşen bir mucize. Yoksa ilk padişah Osman Bey’in gördüğü rüyanın çıkması mı demeliyiz?” Birden gözlerini kuşkuyla yüzüme dikiyor. “Sahiden öyle bir rüya var mı?”

Beni hazırlıksız yakalıyor… Ne diyeceğimi bilemiyorum.

“Şey… Farklı görüşler var. Kimine göre Osman’ın rüyası gerçek, kimine göre devletin kuruluşuna mistik bir hava katmak için yaratılmış bir efsane…”

Purosundan derin bir nefes çekiyor, ağzından yayılan dumanlar halka halka yükselirken,

“Bence gerçekefsaneler gerekli,” diyor başını usulca sallayarak. “Roma İmparatorluğu’nu da Romus ve Romulus kardeşlerin kurduğu rivayet edilir. Güya onları bir dişi kurt emzirmiş, bir ağaçkakan da yiyecek taşımıştır… Rüyalar önemlidirda efsaneler kadar önemlidir… Rüyalar, insanın bilinçaltını açığa çıkarır. Bastırdığımız duyguları… Sadece cinsellikle ilgili meseleleri değil, dile getirmekten çekindiğimiz bütün arzularımızı, bütün isteklerimizi… Belki de ilk padişahınız Osman Bey…” Başını usulca eğerek gözlüklerinin üzerinden bakıyor. “Onu böyle çağırıyorlardı değil mi?”

Yanıtlamak istemiyorum. Nedenini bilmiyorum ama bu karşımdaki ihtiyarın sorgular gibi, üstelik benim uzmanlık alanım hakkında, her konuyu biliyor edasıyla konuşması canımı sıkıyor. Ama sanki hipnotize olmuşçasına, bu gizemli adamın sorularına yanıt vermeden duramıyorum:

“Osman Bey de derlerdi, tabii gazi olmadan önce…”

“Osman Gazi Bey diyelim o zaman. Evet, ilk padişahınız muhteşem bir öngörüye sahipti. Halkı orta Asya steplerinden gelmişti. Geçmişte çekilen acıları çok iyi biliyordu. Yeni geldikleri toprakları iyi tahlil ediyor, Doğu Roma’nın yıkılmaya yüz tuttuğunu görüyordu. Ve yepyeni bir imparatorluk hayal ediyordu. Ve bu hayalinin gerçekleşmesini gönülden istiyordu. Ama o sıralar bu düşünceleri herkesin önünde dile getirmesi çok sakıncalıydı. Çünkü henüz o kadar güçlü değildi. Ama olacaktı. Gün gelecek dünya Osman’ın kurduğu devlete danışmadan tek bir karar alamayacaktı… Küçük Asya’da Osmanlılar, Avrupa’da Habsburglar… Erblande’yi ele geçiren Rudolf… Osman’ın Habsburg Hanedanı’ndaki çağdaşı… Bu iki aileyi anlamadan, dönemin tarihini anlayamazmışız, öyle mi Müştak Bey?”

Dalga mı geçiyor, yoksa gerçekten de öğrenmek mi istiyor, emin olamıyordum. Açık renk gözlerindeki pırıltı bana pek samimi gelmese de onu onaylamaktan geri kalmıyorum.

“Öyle… Bu iki aile yüzyıllarca rakip olarak yaşadılar. Osmanlı’yı kavramak için Habsburgların tarihini bilmek gerekir. Tabi Habsburgları anlamak için de Osmanlıları… Kaderin cilvesi mi diyelim, tarihin mantığı mı, akıbetleri de aynı olmuştu… 1. Dünya Savaşı’nın sonunda iki hanedanlık da tarih sahnesinden trajik biçimde çekildi.”

Tarih denilen büyük gösterinin mantığına saygı duyuyormuş gibi usulca başını sallıyor, elindeki puroyu kül tablasına bırakırken,

“Ama şehzadenizin bu akıbetten haberi yok,” diye konuyu yine Fatih’e getiriyor. Ne alıp vereceği varsa bizim ulu hakanımızla…

“O da bütün erkek çocuklar gibi babasına karşı çözümleyemediği duygular içinde. Belki de kafasındaki tek yalın gerçek, en belirgin amaç, padişah olmak. Yani şimdi babanın elinde olan güçlü oyuncağın sahibi olmak. Öteki erkek çocuklarda görülen o masumane anneyi paylaşma isteğinden daha karmaşık bir durum…”

Çarpık bir gülüş beliriyor dudaklarında.

“Siz de bu görüşe katılır mısınız bilmem ama iktidar, kadından daha tehlikelidir. Tabii ki genç şehzademiz de  risklerin farkında… Babasının yerinde gözü olmasında da bir suçu yok. Çünkü zaten öyle yetiştiriliyor; padişah olmak için…” Sanki genç Mehmed’in yerindeymiş gibi sıkıntıyla iç geçiriyor. “Ama onun korkusu hepimizden derin… Sadece iğdiş edilme korkusu değil, Devlet-i Aliyye’nin başına geçmek…

Ama oraya geçmeden önce şu iğdiş edilme meselesini ele almamız lazım. Daha doğrusu sünnet meselesini… Erkek çocukların sünnet edilmesi, sadece dini bir hüküm, sağlık için zorunlu bir operasyon değil, aynı zaman da bir tür anneden vazgeçiş ayinidir. Evet, evet öyle tuhaf tuhaf bakmayın yüzüme… Hakiki bir ayin… Görkemli bir ritüel.. II. Murad’ın oğullarına yaptırdığı şu sünnet düğününü hatırlasanıza… II. Mehmed ile abisi Alaeddin Ali için Edirne’de yapılan tören… Mehmed Çelebi daha yedi yaşında… Düğün ve sünnet… Ne büyük çelişki… Düşünsenize organınızın bir kısmını…”

Koca adam yeni yetme bir oğlan çocuğu gibi çapkınca gülümsüyor, samimi bir havayla fısıldıyor.

“Ben o işi hatırlamıyorum bile…” Rahatça arkasına yaslanıyor. “Biz Yahudiler bu işi mümkün olduğunca erken yaptırırız. Çocuk doğduktan sekiz gün içerisinde… Mümkünse bir sinagogda…”

Adam Yahudi miymiş? Sanki etnik kökeni, dini üzerine kafa yorduğumu fark etmiş gibi birden ciddileşiyor. Korkuyla geri çekiliyorum oturduğum iskemlenin üzerinde.

“Korkmayın, burada her türlü düşünceye kapılabilirsiniz,” diyor yeniden purosuna uzanırken… “Yahudi karşıtlığı da dahil. Gençken çok karşılaştım bu ilkelliklerle…”

Kimdi bu adam diye geçiriyorum aklımdan, soruma yanıt bulamadan mırıldanıyor.

“Şaşırtıcı olan, daha sonra da beni Yahudi karşıtlarıyla işbirliği yapmakla suçlamaları…”

Purosunu dudaklarının arasına yerleştiriyor nihayet, yine derin bir nefes çekiyor. Gümüşten dumanlar, odanın havasını iyice ağırlaştırırken, sanki rahatlamış gibi yeniden o samimi yüz ifadesini takınıyor.

“Ya siz? Merak etmeyin sadece anlamak için soruyorum.. Evet, ya siz ne zaman sünnet olmuştunuz?”

Ne münasebetsiz bir soru bu böyle? Acayip sinirleniyorum adama. Sana ne demek geçiyor içimden ama diyemiyorum tabii.. Şaziye geliyor aklıma… Beni buraya yönlendirdiyse, bir tür tedavi seansı içindeyim demektir. Adama kaba davranıp, durumumu olduğundan daha kötü hale getirmeye gerek yok. Aferin, her zamanki gibi uyumlu ol Müştak… Üstelik belki de bu sorular çok gerekli…

“Gerekli,” diyerek puroyu tuttuğu elini hafifçe yana yatırıyor. “İnanın bana çok gerekli.”

Ya sabır çekip, ya sabır çektiğimi belli etmemek için en anlayışlı gülümsememi takınıyorum.

“Ne yazık ki ben de oldukça geç sünnet oldum. II. Mehmed gibi yedi yaşında…”

“İlginç bir benzerlik,” diyor purosundan derin bir nefes çekerek. Mavi mi, yeşil mi olduğunu anlayamadığım gözleri, kazı alanındaki antik kalıntılara bakan bir arkeologun merakıyla yüzümde gezinmeyi sürdürüyor. “Gerçekten ilginç… Peki hatırlıyor musunuz, anneniz ağlamış mıydı? Sünnet olduğunuz gün diyorum…”

Kaşlarım kendiliğinden çatılıyor. Sesimi yükselten ani öfkeye söz geçiremiyorum artık.

“Hatırlamıyorum… Niye?”

Sert çıkışım bile yıldırmıyor onu, gözleri gelişmiş bir periskop gibi yüzümdeki her bir kıpırtıyı, her bir mimiği saptamaya çalışıyor.

“Hiiç, sadece sordum… Neyse biz yine konumuza, yani tarihe dönelim. Ben sizin Fatih Sultan Mehmed’i, bizim Prens Hamlet’e benzetiyorum…”

Prens Hamlet… Shakespeare’in ünlü kahramanı… Kral babası, amcası tarafından öldürülen bahtsız Danimarkalı… Prens Hamlet ve Fatih Sultan Mehmed… Al sana iki alakasız karakter daha…

“Durun durun hemen kırıştırmayın alnınızı. Fatih dediysem siz şehzade Mehmet anlayın… Yani henüz padişah olmamış…”

“Mehmed Sani…” diye düzelttim. “Yani II. Mehmed… Ama Şehzade Mehmet ile Prens Hamlet arasında çok fark var… Öncelikle II. Mehmed’in babası öldürülmedi…”

Babası öldürülmedi… Adam purosundan çektiği dumanı, keyifle yüzüme doğru üflerken, bende jeton düşüyor…. Karşımda oturan gizemli kişinin kim olduğunu anlıyorum: Bu, Sigmund Freud! Vay be, bizim Şaziye’ye bakın, psikanalizin babasına yollamış beni. Ama şu bendeki önyargıya ne demeli? Yetmiş küsur yıl önce ölmüş birinin kanlı canlı karşımda oturmasına şaşırmıyorum da, bu batılı bilim adamının tarihi olayları çarpıtmak isteyeceğini düşünerek, bildiklerimi vurgulamak gereği hissediyorum.

“II. Murad’ı kardeşi öldürmedi, padişah eceliyle öldü…”

“Eminim öyledir, tarihçi olan sizsiniz… Murad  öldürülmedi diyorsanız öldürülmemiştir. Hem de öz kardeşi tarafından… Neydi o cellada verilen çocuğun adı… Mustafa…  Eğer Mustafa sağ bırakılsaydı… Biraz daha güçlenince… Belki de Prens Hamlet’in amcası gibi, Fatih’in babasını…” Purosunu kül tablasının kenarına bırakıyor. “Bizim hanedanlıklarımızda olduğu gibi sizin saraylarınızda da görülmedik işler değil bunlar. Hükümdar adayı birden fazlaysa, kardeş kanı akması kaçınılmazdır.”

Evet, tahmin ettiğim gibi Fatih’in kardeş katli fermanından vuracak… Ardından ne katilliğimiz kalacak, ne de barbarlığımız…

“Kardeş katli çok daha önce yaşanmıştır…” diyerek kesiyorum lafını… Söylediklerim canını sıkmış olmalı ki yeniden tütünün yardımına sığınmak istiyor, daha demin bıraktığı purosuna uzanırken sürdürüyorum sözlerimi.

“Siz de çok iyi bilirsiniz ki Kabil, kardeşi Habil’i öldürdüğünde ne Osmanlı İmparatorluğu vardı, ne de Fatih Sultan Mehmed…”

Purosunu dudaklarına yerleştirmeden önce,

“Haklısınız,” diyor hiç acele etmeden. “Ama unutmayın orada da bir iktidar var. Henüz ortalıkta devlet yokken bile… Ailenin tek erkek çocuğu olmak, mala mülke ve dikkatinizi çekerim dişilere sahip olmak… Bir gelenek de diyebiliriz buna. Kadim çağlardan beri iktidarın her zaman tek sahibi olmuştur.” Alaycı bir tavırla gülümsüyor. “Söylenen lafları hatırlayalım: Devlet o kadar iffetli bir gelindir ki, iki kişinin birden karısı olamaz… Bir ormanda iki aslan yaşayamaz… Bir dağın tek kartalı olur… Dünyayı kurtaracak kişi, ister kral olsun, ister peygamber her zaman yalnız bir kahramandır.”

Şık ceketinin yakasına dökülen külleri silkerken bir süre konuşmasına ara veriyor.

“Evet, kahraman her zaman yalnız bir adam olmak zorundadır ya da kadın. Neyse, biz Prens Hamlet’e dönelim… Kral olan amca hem ülkeye, hem de anneye sahip olmuş… Hamlet deliliğin sınırlarında… Hamlet nerdeyse çıldıracak… Hem anne, hem krallık… Sonunda çıldırır zaten… Biliyorsunuz, bu çılgınlık da onun sonu olur. Tabii ülkenin de… Sizin zeki padişahınız çok daha önceden farkına varmış olmalı bu acımasız gerçeğin, belki Manisa’da bir şehzadeyken… Belki de çok daha önce Edirne’de küçücük bir çocukken… Henüz Molla Gürani’yle karşılaşmadan… Daha okumayı, yazmayı filan önemsemediği zamanlarda… Saray koridorlarında dolaşan fısıltılardan öğrendiği kadarıyla…”

Şaşılacak şey! Bizim Şaziye’nin ustası, Fatih’le ilgili ne kadar çok şey biliyor böyle! Birden yanıldığımı anlıyorum. Ah aptal kafam, kendimi ne kadar önemsiyorum. Hayır, Freud, benimle ilgilenmiyor…  Ben onun hastası değilim, o da tıpkı Nüzhet gibi Fatih’in peşinde… Tıpkı Nüzhet gibi benden yararlanmak istiyor. Öyle ya Dostoyevski ve Baba Katilliği’nden sonra Fatih Sultan Mehmed ve…

“Evet, o zamanlar bu geçimsiz, asi çocuğun, gelecekte ortaçağın en önemli figürlerinden biri olacağını kimse bilmiyor. Kendisi de bilmiyor. Bildiği, her geçen gün içinde büyüyen korku. Prens Hamlet’in babasında olmayan korku. Çünkü Kral Hamlet kardeşi tarafından zehirleneceğinin farkında değil, o nedenle rahat… O nedenle kaygısızca sarayın bahçesinde uykuya dalabiliyor, sinsi kardeşi de böylece zehri, rahatlıkla kulağından içeriye… Ama Şehzade Mehmed kanlı gelenekten haberdar. Atası Osman’ın öz amcası Dündar Bey’i öldürttüğünü biliyor.” Gözlerinde, canımı sıkan o tuhaf pırıltı beliriyor yine. “Dündar, Bizans Tekfuru’yla iyi geçinmek istiyordu değil mi?”

Sessizliğimi kendisini onayladığıma veriyor.

“Böylece Osmanlılarda ilk akraba kanının döküldüğünü görüyoruz. Ne yazık ki bu son olmuyor; hanedan üyeleri akrabalarının canını almaya devam ediyor. Henüz Fatih olmayan genç şehzade haklı olarak dehşete düşüyor: Ya Aleaddin Ali de ona kıyarsa… Tahtadan atını hiç düşünmeden armağan veren ağabeyi mi? Üstelik başlarında herkesin sevdiği adaletli, vicdan sahibi babası varken… Ama bir gün babası ölecek…”

Ünlü psikanalizcinin sözleri artık iyice canımı sıkılmaya başlıyor.

“Nereye varmak istiyorsunuz anlamıyorum,” diyerek düpedüz çıkışıyorum. “Şehzade Mehmed, iktidarını garanti altına almak için ağabeyi Alaedin Ali’yi ve babası Murad’ı öldürttü demek istiyorsanız…”

Nezaketini hiç bozmuyor.

“Hayır, hayır,” diyor ellerini boşlukta sallayarak. “Bunu da nereden çıkardınız. Zaten konu Şehzade Mehmed değil ki… Onunla ilgilenmiyorum…”

“Ama baba katilliği…”

“Ha o makale mi? Dostoyevski üzerine bir inceleme… Görkemli padişahınız için aynı incelemeyi yapmak biraz zor; hatta imkansız… Kabul ediyorum, son derece ilginç bir kişiliği var ama psikanaliz de tarih gibidir. Yorum yapabilmek için, bilgi ve belgeye ihtiyaç duyar. Ne yazık ki sizin kartal burunlu padişahınız hakkında fazlaca malzeme yok. Oysa zavallı Dostoyevski, kişiliğini ilmik ilmik parçalara bölmemize imkan verecek kadar çok metin bıraktı bize… Romanları şöyle dursun, her yazısı ayrı bir psikanaliz konusu…”

“O zaman neden Fatih’ten söz edip duruyorsunuz?”

Sorumu yanıtlamadan önce, masada öne doğru eğilerek, artık iyice küçülmüş purosunu kül tablasında eziyor. Yavaşça başını kaldırıyor sonra, açık renk gözlerini cesaretle yüzüme dikiyor.

“Sizin için…”

“Benim için mi?”

Artık gözlerinde en küçük bir ışıltı bile yok.

“Evet, sizin için… Sizi anlamak için… Neden bu kadar çok Fatih’le ilgilisiniz? Bu padişah bilinçaltınızı neden bu kadar çok meşgul ediyor? Bu takıntı nereden geliyor? Bu takıntının hastalığınızla bir ilgisi var mı?”

Yetmiş küsur yıl öncesinden gelen bu tuhaf psikanalistin yüzünde öyle anlamsız, öyle bomboş bir ifade var ki, haliyle kaygılanmaya başlıyorum.

“Hastalığım… Yani psikojenik füg…”

Kuru kuru öksürüyor…

“Psikojenik füg… Başlangıçtan söz ediyorsunuz, ilk teşhisimizden… Tarihçi olarak bu yaklaşımınızı doğal karşılasam da o teşhis artık geçmişte kaldı… Daha ciddi bir meselemiz var…”

Meselemiz… Bir de böyle kapalı konuşmazlar mı? Bu deli doktoruna duyduğum öfke giderek artıyor. Az önce kül tablasında ezdiği puro hala pis pis kokuyor. Benim meselem neden seni ilgilendiriyor demek geçiyor içimden… Sen önce şu iğrenç kokulu puronu bırak, yoksa damak kanserinden öleceksin diye kaçınılmaz akıbetini söylemek istiyorum ama çocukluğumdan beri nezaketimi bozmamı engelleyen o şey ne ise, yine bağlıyor dilimi.

“Neymiş bu mesele?” diye sormakla yetiniyorum sadece.

“Paranoyak şizofreni…” O kadar sakin ki, sanki nezle olmuşsunuz der gibi konuşuyor. “Paranoyak şizofreni. Aslında psikojenik füg, yani geçici unutkanlıkla, paranoyak şizofreninin bir alakası yoktur. Ama sizde her iki hastalık birden nüksetmiş… Hastalarımla hep açık konuştum. Psikoterapide bu çok yararlıdır. Evet, ne yazık ki siz bir paranoyak şizofrensiniz Müştak Bey…”

Sanki kötü bir iş yapmışım gibi savunmaya geçiyorum.

“Hayır, yanılıyorsunuz, ben paranoyak şizofren filan değilim. Ben hatalarımdan dolayı başkalarını değil, öncelikle kendimi suçlarım… Oysa paranoyak şizofrenler…”

Küçük bir kahkaha atıyor.

“Demek psikoloji de biliyorsunuz?” Duraksıyor… “O zaman Nüzhet’i neden öldürdünüz? Madem kendinizi suçluyordunuz, zavallının canını niçin aldınız…”

Artık son derece ciddi bir tavırla adeta suçlar gibi konuşuyor.

“Üstelik onun canını almakla, hayattaki tek amacınızı da öldürdünüz. Sizi yaşama bağlayan tek nedeni, o hastalıklı tutkunuzu, onulmaz aşkınızı da yok ettiniz. Böylece sadece Nüzhet Hanım’ı değil, kendi yaşam anlamınızı da ortadan kaldırdınız.”

“Yalan!” diye bağırıyorum. “Yalan, onu ben öldürmedim. Ben bulduğumda çoktan ölmüştü…”

Sükunetini hiç bozmuyor.

“Onu bir başkasının öldürdüğünü mü düşünüyorsunuz?”

Evet diyemiyorum, ah şu dürüstlük duygusu, ah babamın hücrelerime kadar sinmiş sözleri: “Yaptığı hatanın bedelini ödemeyen insanlar, toplumumuzun felakete sürüklenmesinin baş müsebbibidirler.”

“Tamam,” diyor bu çılgın akıl hekimi, sessiz kaldığımı görünce… “Haklı olabilirsiniz… Belki de onu siz değil, şu aynada gördüğünüz adam öldürdü… Hani şu saldırgan adam.”

Hakkımda her şeyi biliyor olması beni dehşete düşürüyor. İçimdeki öfkenin büyüdüğünü, bütün benliğimi ele geçirdiğini hissediyorum. Artık ne babamın otoriter sözleri, ne annemin şefkatli yumuşaklığı hepsi paramparça oluyor. Yumruklarımın kendiliğinden sıkıldığını fark ediyorum, gözlerim, masanın ucunda, hemen önümde duran ahşap kalemliğe kayıyor. Sapında Fatih’in oğlu II. Bayezıd’ın tuğrasının bulunduğu gümüşten mektup açacağı, Nüzhet’in boynuna sapladığım cinayet aleti ne duruyorsun daha, beni kapıp şu aklını cinsellikle bozmuş, ukala ihtiyarın da icabına baksana dercesine parıldıyor. Onun çağrısına uyarak elimi kalemliğe uzatıyorum, ama ünlü psikiyatrım yaşından beklenmeyen bir çeviklikle kalemliği önüne çekiyor.

“Cık, cık… Yapmayın Herr Müştak, herkesi öldüremezsiniz…” Aniden, masanın sol tarafındaki altın rengi çanı alıp, sallamaya başlıyor. Çın çın, çın çın… Sanki bu sesi bekliyormuş gibi anında açılıyor kapı. İri yarı iki hastabakıcının içeri girmesini beklerken, Tahir Hakkı’nın gayri resmi iki asistanı MirzaÇetin’le ile Erol dalıyorlar odaya… Onları gördüğüme sevinerek, açıklamaya çalışıyorum.

“Ben masumum çocuklar, inanmayın bu adama, ben masumum…”

“Tamam Müştak Hocam… Sakin olun,” diye teskin ediyor Erol… Düştüğüm duruma üzülmüş gibi bir ifade var yüzünde. Zaten hep sevmişimdir bu çocuğu…  Öteki MirzaÇetin, şu Nüzhet’le tartışmış olan, düşmanca bir tavırla hareketlerimi kolluyor.

“Bunu doktora anlatırsınız,” diye hakkımda verilen hükmü hiç tereddüt etmeden yerine getireceğini belli ediyor. “Şimdi bizimle geleceksiniz.”

Bu insan görünümlü, yamyamdan yardım gelmeyeceğini anlayınca yine öteki saygılı delikanlıya dönüyorum:

“Yapmayın Erol, aklını pipisiyle bozmuş bu adamın eline bırakmayın beni… Bunun niyeti kötü, beni akıl hastanesine kapatmak istiyor.”

Saygılı delikanlı da inanmıyor sözlerime ama hiç değilse, kaba davranmıyor.

“Sizin için iyi olacak Müştak Hocam. Merak etmeyin biz de yanınızda bulunacağız…”

“Olmaz!” diyerek kapıya doğru atılıyorum. İki genç adam anında adeta havada yakalıyorlar beni…

“Bırakın… Bırakın beni…” diye bağırıyorum… “Terbiyesizler… Sizi Tahir Hakkı’ya şikayet edeceğim.”

Erol bir yandan kollarımı bastırırken, bir yandan mahçubiyet içinde söyleniyor…

“Sakin olun Müştak Hoca… Sakin olun Müştak Bey…”

Sesi giderek değişiyor, inceliyor bir kadın sesine dönüşüyor…

“Müştak Bey… Müştak Bey…”

Gözlerimi açınca odanın dekoru da değişmeye başlıyor. Sigmund Freud’un bir kabus evini evini andıran muayenehanesinin yerine benim can sıkıcı yatak odam geliyordu. Yatak odamın aralanan kapısından uzanmış bir kadın başı. Bizim Kadife Kadın’ın endişeli yüzü….

“Müştak Bey, kusura bakmayın uyandırdım ama… Kapıda iki adam var… Polis olduklarını söylüyorlar… Sizinle görüşmek istiyorlarmış…”

Bu yazı 21.02.2012 1:05 tarihinde yazıldı.

Yazar hakkında

Bekir, sitemizde 26 adet yazı yazdı.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir